Ana SayfaManşetAvrupa Kalesi’nde Yeni Sömürgeciliğin Yeni Yasaları - Şeyma Saylak & Bala Ulaş...

Avrupa Kalesi’nde Yeni Sömürgeciliğin Yeni Yasaları – Şeyma Saylak & Bala Ulaş Ersay

“Göç etme hakkının sömürgeleştirmenin temeli olduğunu unutmamalıyız. Bu hak, Francisco de Vitoria tarafından 1539 yılında Salamanca Üniversitesi’nde verdiği ‘De İndis’ derslerinde fetih için bir meşruiyet kaynağı olarak teorileştirilmiştir.  Dört yüzyıl boyunca bu hak fetih, soygun ve sömürgeleştirme yoluyla kullanıldı. Yerlilerin direnişi karşısında de Vitoria savaş hukuku teorisini ortaya attı: bir hakkın kullanılmasına karşı direniş savaş hakkını gerektirir. Simetri tersine döndüğünde ve sömürdüğümüz halklar bu hakkı kullandığında, bu bir suç haline geldi. Bunun farkında olmalıyız: bu tarihin ‘sistem suçlarından’ biridir.”

(Roma Üniversitesi Hukuk Felsefesi Profesörü Luigi Ferrajoli’nin bir konferansından)

Geçtiğimiz günlerde, Almanya’daki aşırı sağın ülkedeki Alman kökenli olmayan vatandaşların ve sığınmacıların toplu tehcirini planladığı gizli toplantısının ifşasından sonra Almanya genelinde yüzbinlerce insanın tepki ve dayanışma protestolarını izledik. Bu değerli dayanışma bir yana, böyle anlarda bir de göçün ekonomik getirilerini vurgulayarak sözde dayanışma içinde olan sermayedar bir kesim de hep vardır. Milyonlarca göçmen elbette geri gönderilmemelidir çünkü Almanya ekonomisi bu insanların ucuz emeği olmadan kim bilir ne hale düşecektir. Dolayısıyla eskinin kolonyal şimdinin batılı kapitalist devletleri için düzenli/kontrollü emek göçü ağız sulandırıcı iken düzensiz göç kompleks tehditler içeren bir kriz durumudur.

Tam bu noktada gözden kaçırılmaması gereken gerçek, sözde “illegal” göçmenlerin ve düzensizliğin bizzat bu devletlerin sınır rejimi tarafından yaratıldığı ve ucuz emek sömürüsü çarkına dahil edildiğidir. Zira on yıllardır çeşitli kurum, kural ve gözetleme mekanizmalarıyla inşa edilen Avrupa sınır rejimi de aslında göçü tamamen durdurmayı değil kontrol altına alıp şekillendirmeyi amaçlamaktadır. Tamamen dışlamak istediği hareketlilik açısından dahi başarısız olduğu bizzat Frontex veriler1 tarafından açıkça gösterilen bu işlevsiz mekanizmanın bugün geldiği noktada ise “Yeni Göç ve İltica Paktı” duruyor karşımızda.

2015 uzun göç yazının AB üzerinde yarattığı korkunun bir çıktısı olarak 2020 Eylül ayında önerilen Yeni Göç ve İltica Paktı üç yıl süren Birlik içi pazarlıkların ardından 20 Aralık 2023 tarihinde kabul edildi. Avrupa Birliği’nin sınırlarında, özellikle 2015 yılından beri sürdürülmekte olan şiddetli geri itmeler ve insan hakları ihlalleri, sığınma hakkını belli ülkelerden gelen insanlar için de facto olarak zaten ulaşılmaz kılmaktaydı. Bu anlamda Ortak Avrupa Sığınma Sistemi’nde (CEAS) yapılan bir reform olarak sunulan bu düzenleme, hali hazırdaki şiddet pratiğinin legalize edilme süreci olarak yorumlanabilir. Bu anlamda bir kopuş değil süreklilik arz etse de bu kez uluslararası mülteci hukukunun temel ilkelerine, en başta da sığınma hakkının özüne doğrudan zarar verecek ve bu haliyle Avrupa’nın sığınma sisteminin geleceği olacak bir düzenleme ile karşı karşıyayız.

Evrensel insan hakları anlatılarının ilk ortaya çıkışı 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan ve Batı tarihyazımında “Aydınlanma Çağı” olarak bilinen döneme kadar uzanmaktadır. John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi Batı burjuvazisinin sözcülüğünü üstlenen düşünürler, tüm bireylerin doğuştan sahip olduğunu öne sürdükleri, bireyler ve toplumlar arasındaki eşitliği vurgulayan fikirleri ile Batı düşünce tarihinde kendilerine yer bulmuşlardır. Liberal siyaset felsefesinin temellerini atan bu düşünürler, bireylerin yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkı başta olmak üzere belirli doğal haklara sahip olduğunu savunmuşlardır.

18. yüzyılın sonlarındaki Amerikan ve Fransız Devrimleri de evrensel insan hakları anlatılarının gelişim sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gibi belgeler, yakın geçmişe kadar yaygın olarak bireysel hak ve özgürlüklerin öneminin giderek daha fazla kabul gördüğünün bir yansıması olarak yorumlanmıştır. Ancak, yerli uluslara yönelik katliamlar, soykırımlar, tehcirler ve Transatlantik Siyah köle ticaretinin gölgesinde şekillenen evrensel insan hakları kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, bu hakların beyaz olmayan bireyler ve uluslar söz konusu olduğunda tamamen yok sayılmasıdır.

Evrensel insan hakları ortaya atıldıkları ırksallaştırılmış toplumsal rejimler bağlamında ele alındığında, bu yok sayma bir yol kazası veya bir uygulama hatası olarak görülmemelidir. Aksine, evrensel niteliğe sahip olduğu öne sürülen hakları ilk olarak 18. yüzyılda anayasalarına, daha sonra da 20. yüzyılda uluslararası hukuk metinlerine işleyen sömürgeci/emperyalist devletler, beyaz olmayan birey ve ulusların bu haklardan faydalanamaması adına ortaya attıkları bir takım söylemsel ve yapısal teknikler geliştirmişlerdir. Örneğin, Batı sömürge imparatorluklarında küresel kapitalizmin prototipini oluşturan “plantasyon rejimi”*, patronları beyaz işçilerin emekleri karşılığında ücret ödemek zorunda bırakırken, siyah kölelerden veya topraklarını işleyen yerlilerden çalınan emeği tamamen meşru kılmıştır.

Günümüzde özellikle savaş ve göç hukuku söz konusu olduğunda net olarak karşımıza çıkan bu Batı-merkezci ve beyaz-üstüncü ikiyüzlülük, farklı biçimlerde de olsa hâlen varlığını sürdürmektedir. 1951’de Cenevre’de imzalanan “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme” ve günümüzdeki yaygın uygulanış biçimi bu durumun en belirgin örneklerinden biridir. 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesi, “ırkı, dini, uyruğu, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen” kişi olarak tanımlanan mülteci kriterlerine uyan bireylere koruma ve haklar sağlamak amacıyla oluşturulmuştur.

Sözleşme görünürde mültecileri uyruklarına bakmaksızın korumak üzere tasarlanmış olsa da, hükümlerinin uygulanmasının, özellikle Avrupalı mülteciler bağlamında, ırksal ve jeopolitik saplantılardan etkilendiği ileri sürülebilir. Tarihsel olarak, Sözleşme’nin Avrupalı mültecilerle ilgili olarak uygulanması, dünyanın diğer bölgelerinden gelen mültecilere kıyasla farklı düzeyde bir cömertlik ve sorumluluk bilinciyle hareket edildiğini göstermiştir. Avrupalı mülteciler tarihsel olarak Batı ülkelerindeki yaygın sığınma uygulamalarından ve altyapısından faydalanmışlardır. Buna, Avrupalı mültecilerin entegrasyonunu diğer bölgelerden gelen mültecilere kıyasla daha etkili bir şekilde kolaylaştıran sığınma sistemleri, hukuki yardım ve destek ağları da dahildir.

Sözleşme’de tanımlanan hakların evrensel olarak uygulanması gerektiği belirtilse de, tarihsel ve jeopolitik faktörlerin eşitsiz muameleye yol açtığını belirtmek gerekmektedir. Belirli grupların ırk, milliyet veya kültürel yakınlık temelinde korumayı daha fazla hak ettiği algısı, uluslararası mülteci koruma mekanizmalarının uygulanmasındaki köklü önyargıları ve sistemik sorunları yansıtmaktadır. Örneğin, son birkaç yılda AB üyesi devletler yüzbinlerce Ukraynalı ve Belaruslu göçmene sınırlarını açmışken, aynı dönemde on binlerce beyaz olmayan göçmen deniz veya kara yoluyla Avrupa’ya giriş yapmaya çalışırken ihmal veya doğrudan şiddet yoluyla hayatlarını kaybetmiştir.

Son yıllarda, bu eşitsizliklere ilişkin artan farkındalık ve eleştiriler, mülteci koruma ilkelerinin tüm bölgeler ve nüfuslar arasında daha adil ve ayrımcı olmayan bir şekilde uygulanmasına yönelik çağrılara yol açmıştır. Ancak, bu çağrılara insan odaklı bir çözüm üretmek yerine AB üyesi ülkeler sınır rejimlerini Türkiye, Tunus ve Libya gibi taşeron ülkelere emanet etmişlerdir. Bu ülkeler yalnızca AB’nin sınır bekçiliğini yapmakla kalmayıp, aynı zamanda göçmenlerden çalınan emek ve Batı’ya düşük maliyetli ihracata dayalı neo-sömürgesel bir plantasyon rejiminin geliştirilmesine önayak olmuşlardır.

Araştırmacıların ve sivil toplumun yıllardır işaret ettiği üzere Avrupa sığınma sistemi belli politika araçları ile kendini var ediyor. Daha da sağlamlaştırılmış bir yapısal şiddet mekanizması inşa edecek bu reformun ana düzenlemelerini de bu araçların devamlılığı üzerinden okumak mümkün;

“Kriz ortamında her şey mübahtır“;

Özellikle 2015 yılından beri kriz söylemini bir manevra ve istisnailik alanı olarak kuran Birlik, “Kriz ve Mücbir Sebepler“ düzenlemesi ile üye devletlerin pandemi ve kitlesel göç gibi kriz anlarında belli yükümlülüklerinden muaf olmalarını sağlayacak. Bu düzenlemeye bağlı oluşturulan diğer bir kriz senaryosu ise göçün “araçsallaştırılması” tehdidi ve alınacak önlemler. Buna zemin olarak alınan olay da Belarus hükümetinin 2021’de meşru sığınma talepleri olan insanların Polonya sınırına gidişini kolaylaştırmış olması. Göçmenlerin AB üzerinde siyasi baskı yaratmak için “hibrid savaş“ silahı olarak kullanıldığı gerekçesiyle, benzeri durumlarda üye devletlerin sığınma hakkını askıya alması meşru kılınacak. Hangi durumların ne kadar süre boyunca kriz olarak tanımlanacağının AB‘nin takdir yetkisinde olacağı açık. Örneğin Türkiye’nin 2020 yılının başlarında milyonlarca göçmene sınır kapılarını açarak AB’yi tehdit ettiği durumun bir benzeri yaşanırsa AB’nin bu çerçevede reaksiyon vermesi mümkün olabilir ve bedelini de her zaman   olduğu gibi krizin nesnesi haline getirilen sığınmacılar ödeyecektir.

“Göçmenler bir güvenlik tehdididir, buna göre muamele edilmelidir“;

Avrupa’nın kanlı sınırlarındaki ölümlerin ve işkencelerin hesabını vermek bir yana dursun sınırlardaki güvenlik ve yüksek teknoloji gözetleme sistemleri için yatırımlar artacak. 2015 yılından beri Yunanistan’da uygulanan hotspot sisteminin, süreç içinde yaşanan insan hakları ihlalleri nedeniyle kaldırılması çağrısı yapılırken yeni düzenleme ile bu sistem tüm dış sınırlara yaygınlaştırılacak. Ön tarama/eleme sisteminin yürütüleceği yeni merkezler kurulacak ve sınırı karadan ve denizden düzensiz geçen insanlar doğrudan bu merkezlere getirilerek 10 güne kadar burada tutulabilecekler. Biyometrik veri yoluyla kaydı gerçekleştirilen kişinin iltica talebinin kendisi değil bu talepte bulunup bulunamayacağı kararlaştırılacak ve talebi “makbul” bulunmayan kişiler vakit kaybetmeden sınırdışı edilecekler.

Geri kalan insanlar ise doğrudan hızlandırılmış sınır prosedürüne yönlendirilecekler ancak çoğu insan için bu prosedür de halihazırda gözaltında tutuldukları merkezlerde devam edecek. Bu da geri gönderme ve sınır prosedürleri için bu merkezlerde tutulma süresinin 6 aydan 10 aya kadar uzayabileceği anlamına geliyor. 12-18 yaş aralığındaki çocuklar da bu gözaltı prosedürüne maruz kalacaklar. Ulusal güvenlik ve kamu düzenine tehdit oluşturduğu düşünülenler ve iltica kabul oranı yüzde yirminin altında olan ülkelerden gelen göçmenler de kişisel durumları göz önüne alınmadan hızlı sınır prosedürüne tabi olacaklar. Daha da ilginci bu merkezler coğrafi olarak AB sınırları içinde kurulacak olmasına rağmen, sınır prosedürüne sevk edilen kişiler yaratılan yasal bir kurgu ile söz konusu ülkenin topraklarına giriş yapmış sayılmayacak.2

“Merkezden Çevreye Dışsallaştırma“;

Sorumluluğun hem birliğin çeperlerindeki üye devletlere hem de üyeliğin dışındaki üçüncü ülkelere aktarıldığı bu “dışsallaştırma“ (externalization) mekanizması zaten yıllardır AB sınır rejiminin bel kemiğini oluşturuyor. Bu hem anlaşmalar, fon aktarımları ve AB üyelik süreci pazarlıkları yoluyla işletiliyor hem de elini kirletmek istemeyen öncü ülkelerin açık ve doğrudan şiddeti Bulgaristan, Yunanistan, Hırvatistan gibi ülkelerin sınır güvenliği eliyle yürütmesiyle gerçekleşiyor. Yeni Pakt’a baktığımızda;

  • “Krizin“ etkisini hafifletmek ve üye devletler arasında bir yük paylaşımı ve dayanışma sistemi kurmak en başında düzenlemenin önerilme amaçlarından biriydi. Buna göre her üye ülke kendi kapasitesine göre belli sayıda insandan sorumlu olacak ancak, bu insanları topraklarına almak istemeyen ülkeler kişi başı 20 bin euro ödemek ya da kişilerin sınırdışı işleminin sponsorluğunu yapmak gibi yollarla sorumluluktan kurtulmuş olacak. Böylece Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri “parası neyse verip“ sorumluluğu giriş kapısı niteliğinde olan “daha az Avrupalı“ ülkelere dışsallaştırmış olacak.
  • Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren diğer bir mesele ise geri dönüş mekanizması. Yeni paktın metninde en çok kullanılan terim de tam olarak bu (return) ancak geri dönüş olarak adlandırılan sürecin aslında sınır dışı pratiği olduğunu yıllardır biliyoruz ve öyle anlaşılıyor ki bu reformun en büyük arzusu kusursuz ve hızlı işleyen bir sınır dışı etme mekanizması kurmak.  Bunu arzuladıkları yoğunlukta gerçekleştirebilmenin en öncelikli araçlarından biri de yıllardır olduğu gibi üyelik dışındaki üçüncü ülkelerle pazarlığa oturmak. Bu yolda en güvendikleri araç ise elbette bu ülkelerle imzalanacak geri kabul anlaşmaları, tıpkı 2016’da AB ile Türkiye arasında imzalandığı gibi. Hangi ülkenin güvenli ilan edilip anlaşmanın imzalanacağı da üye devletlerin takdirine bırakılacak. AB sınırlarını çevreleyen, dolayısıyla başlıca transit geçiş ülkesi konumunda olan ve AB müktesebatı çerçevesinde birçok açıdan eksik görülen Balkan ülkeleri ve Türkiye ne hikmettir ki milyonlarca göçmene yeterli hukuki ve ekonomik korumayı sağlayabilecek güvenli ülkeler olarak kabul ediliyorlar.

Türkiye, transit bir ülke olmasının da ötesinde, on yılı aşkın zamandır insani ve güvenli bir hayat kurmaya çalışan milyonlarca sığınmacı için ilk sığınma ülkesi haline geldi ancak Türkiye‘nin mevcut yasal düzenlemeleri çerçevesinde sağladığı koruma türlerinin hiçbiri 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin öngördüğü korumayı sağlamıyor. Dolayısıyla 2016’da AB’nin ve 2021’de Yunanistan‘ın Türkiye’yi göçmenler için güvenli ilan etmesi, bu insanların gündelik hayat gerçeklerini yansıtmıyor.

Ağustos 2023 tarihinde Legal Centre Lesvos tarafından yayınlanan ayrıntılı raporda Türkiye’nin Avrupa dışından gelen sığınmacılara “etkili ve yeterli koruma“ sağlamadığı açıkça belgeleniyor ve Türkiye’nin güvenli üçüncü ülke ya da ilk sığınma ülkesi olarak kabul edilmesinin yasal değil siyasi bir karar olduğu ortaya konuyor.3 Özellikle Covid-19 pandemisinin sona erişinden sonra Avrupa‘ya ve Amerika‘ya devam eden göç rotalarında yeniden yoğunluk yaşanmasının başlıca nedenlerinden biri de bu. Yani yeterli korumadan ve onurlu bir yaşamın en temelinden dahi yoksun bırakılan milyonlarca sığınmacının hayatının ekonomik kriz ve artan saldırgan ırkçılık ile iyice dayanılmaz hale gelmiş olması ve bu insanların da Avrupa’ya doğru yola çıkmaya başlamış olması. Yeni düzenleme ile de bu insanlardan iltica talepleri işleme alınmayan veya reddedilenlerin, güvenli üçüncü ülke kabul edilen Türkiye’ye doğrudan ve hızlı biçimde sınır dışı edilmesi planlanıyor.

Ancak 2021 sonrasında Türkiye’ye iade edilmesi kararlaştırılan binlerce insanın Yunan adalarında sıkışıp kalması gibi durumlar ve iki tarafın da geri kabul anlaşmasına dair memnuniyetsizliği düşünüldüğünde, “efektif geri dönüş“ için Türkiye ve AB arasında yeni pazarlık masalarının kurulmasına şahitlik edebiliriz.

Diğer bir pazarlık sahası ise üçüncü ülkelerle kurulması arzulanan “Yetenek Ortaklığı“ ve “AB Yetenek Havuzu“ projeleri ile nitelikli işgücünün Avrupa’ya transferi. 2022’de yayınlanan eylem planına baktığımızda, Pakt’ın metninin aksine bu kez göçmenler için legal ve düzenli yolların yaratılmasının ne kadar önemli olduğu vurgulanıyor, ancak burada bahsi geçen “makbul göçmen“ elbette nitelikli emek gücü ile Avrupalı işverenlerin imdadına koşabilecek göçmenler. Ercüment Akdeniz’in 9 Ocak tarihli yazısında4 ayrıntılı biçimde ortaya koyduğu üzere AB ve Türkiye (ve diğer üçüncü ülkeler) arasında aynı zamanda bir “mobilize göçmen“ sirkülasyonu yaratılmasına da zemin hazırlanmakta.

Birkaç yıl içinde adım adım yürürlüğe konacak bu düzenleme, Avrupalı devletlerin, faili oldukları her bir suç için kendilerini hesap verme yükümlülüğünden muaf gördüklerinin, AB’nin sözde kurucu değerlerinin kendileri için bir sorumluluk zemini yaratmadığının açık ilanı niteliğindedir. Avrupalı-beyaz olmayan göçmen nefretinden beslenen aşırı sağ hükümetlerin iktidara geldiği, gizli kapılar ardında ırkçı planların yapıldığı bu yeni dönemin yeni sığınma sisteminin en yüklü faturası yine Türkiye gibi arka bahçe haline getirilen ülkelere ve en önemlisi de yine gidecek güvenli bir yer bulamayacak sığınmacılara kesilecek. Bu yasanın yaratacağı yeni müesses nizamdan en kazançlı çıkacak kesim ise Avrupa’yı sterilize etmek için tüm olanaklarını seferber eden Beyaz-üstüncü siyasetçiler, taşeron ülkelerdeki komisyoncu mevkidaşları ve göçmenlerden çalınan emekle zenginleşen ‘yerli’ burjuvazi olacaktır.


Kaynaklar:

  1. Frontex, “Migratory Routes” https://www.frontex.europa.eu/what-we-do/monitoring-and-risk-analysis/migratory-routes/western-mediterranean-route/ ↩︎
  2. ECRE (2022), “An Analysis of the Fiction of Non-Entry as Appears in the Screening Regulation”, September 2022, https://ecre.org/wp-content/uploads/2022/09/ECRE-Commentary-Fiction-of-Non-Entry-September-2022.pdf ↩︎
  3. Legal Centre Lesvos (2023), “`What safety are they talking about?` Why Turkey cannot be considered a ‘safe third country’– an expert opinion”, p.6 https://www.medico.de/fileadmin/user_upload/media/tuerkei-gutachten_2023.pdf ayrıca bkz; BVMN (2023), “Summary of the BVMN Webinar: Understanding the New Pact: How the EU is abolishing the right to asylum”, 1 December 2023, https://borderviolence.eu/reports/summary-of-bvmn-webinar/ ↩︎
  4. E-Komite (2024),  “Türkiye, kalifiye göçmen işçi pazarlayan istasyona dönüşüyor”, 9 Ocak 2024, https://e-komite.com/2024/turkiye-kalifiye-gocmen-isci-pazarlayan-istasyona-donusuyor/ ↩︎

RELATED ARTICLES

Son Eklenenler